23 Ocak 2017 Pazartesi

Alzheimer İle Bunama!





ALZHEİMER İLE BUNAMA!
Bunama tanısı koymak kolay bir iş değildir.  Tabii ki belleğinizin, yorumlama kapasitenizin, reflekslerinizin, yürümenizin, konuşmanızın ayrı ayrı değerlendirilmesi ve üstelik bu değerlendirmelerin nicel olması yani sayılarla yapılması gerekmektedir. Bu tanıyı koyabilecek bir uzmanın liseden sonra EN AZ 10 YIL ekstra eğitim alması gerekmektedir. Bunun ötesinde bunama tanısı koymanın kolay bir iş olmaması da gerekir. Çünkü bunama kolay göze alınabilecek bir durum değildir. Değil mi ki bir insanın duruşu, konuşması, davranışları her tür fiyakalı kartvizitin veya biraz da böbürlenme payı olan tüm unvanların önünde geliyor. Bu yüzden bir insanın boynuna böyle bir yafta asmadan önce defalarca düşünmek, tabiri caizse kılı kırk yarmak gerekir...
Peki öyleyse bu isimdeki bir kitabı neden kaleme aldım: Yıllardır katıldığım her apartman toplantısında, her uçak yolculuğunda, her taksiye bindiğimde; mesleğimin ne olduğu ortaya çıktığında karşılaştığım sorulardan bıktığımdan değil tabii ki. Sadece daha kapsamlı ve doyurucu bir cevap verme isteğim ve hayalimden. Olası tüm soruları ve cevaplarını dilimin döndüğü, aklımın erdiği, ilmimin yettiğince; belli bir kalıp içinde içinde toparladım.
Bunama, aklınızın başından uçmasıdır. Ama öyle aşık olarak filan değil. Üstelik geçici bir durum da değildir. Bir bakarsınız aklınıza doğru kelimeler gelmiyor, gördüğünüz insanları başkalarıyla karıştırıyorsunuz. Bir bakarsınız yıllardır oturduğunuz evin sokak numarasını hatırlamıyorsunuz. Zaten bir süre sonra siz bu durumun farkına bile varmamaya başlarsınız. Üzülmezsiniz bile. Ama sizi sevenlerin yüreği parçalanır bu halinize, o başka. Sonuçta “Aman hiç kimse bu hale düşmesin!” denebilir ama, biliyoruz ki beyniniz de vücudunuzla yaşıt, ve her yeriniz gibi o da yıpranıyor. Yaşlanan beyniniz de aklınızı eskisi gibi yerinde tutamıyor. Her şey adeta güz rüzgarının önündeki yapraklar gibi uçuşuyor.
Bunama aslında kendisi bir hastalık değil, bir hastalığın bulgusudur. Güzel bir benzetme olarak ‘ateş’ gösterilebilir; ateş bir hastalık değildir, hastanın sıcaklığının yükselmesidir ve bir hastalığın habercisidir. Benzer şekilde bunama, hastanın beyninde bir şeylerin yanlış gitmekte olduğunu gösterir ancak söz konusu bellek ve zihin problemlerine neyin yol açtığını göstermez.
Bunama ikinci çocukluk diye de tanımlanabilir; yani insan, dünyaya geldiğinde nasıl acizse, yaşlılığında da benzer şekilde çaresizliğe düşebilir. Bu hastalık,  sinsi bir şekilde başlayıp geriye dönüşü olmayacak şekilde devamlı ilerleyen; zihinsel işlevler, günlük yaşam etkinlikleri ve yaşam kalitesinde bozulma ve eşlik eden davranış problemleri ile tanımlanır. Bunama, hasta kadar yakınlarını ve toplumu da sosyo-ekonomik olarak etkileyen bir hastalıktır. Daha doğrusu tek bir hastalık değildir, farklı hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkabilen bir tablodur. Çok sık karıştırılan bunama ve Alzheimer hastalığının arasındaki en büyük fark; her bunama Alzheimer hastalığı değildir ama her Alzheimer hastalığı bunamadır...

Tıp inanılmaz bir hızla ilerliyor. İnsan ömrü son yüzyıl içinde tam 2 katına çıktı. Tabii ki sadece ömür uzamakla kalmadı, yaşam kalitesi de arttı. Artık hepimiz 100’lü yaşlarımıza ulaşmayı ve o yaşlarda hala aktif bir yaşam sürmeyi hayal edebiliyoruz. Etmeliyiz de, tabii ki yaşlanacağız ama ihtiyarlamayacağız... Çoğu organ problemimizi çözen tıp adamlarından, beynimizin yaşlanmasını önlemelerini istemek de en doğal hakkımız.
Bunama ile ilgili hastalıklar neredeyse 100 yıldır bilinmesine rağmen, bu konudaki çalışmalar son 30 yılda yoğunlaşmıştır. Ancak şunu da biliyoruz ki beyin araştırmaları henüz emekleme çağında. Değil mi ki dünyanın önde gelen ülkeleri, 2010-2020 arasındaki yılları beyin onyılı ilan ettiler; araştırmaya ayrılan kaynakların çoğu artık beyin araştırmalarına akıtılıyor. Eminim ki önümüzdeki yıllar çağ açacak gelişme ve buluşlara gebe. Ama bunama korkusu açısından bakınca, önümüzdeki yılları bekleyecek zamanı kalmamış olanlar da var.
Dünya nüfusunun ortalama yüzde 8 ila 10’u bu grupta. Yani bunama tehlikesinin baş gösterdiği 60 yaşını aşmış durumda. Demek ki ülkemizde en az 6 milyon kişi, yarına dair sizinle aynı endişeleri taşıyor. 2050 yılında bu rakam tüm ülke nüfusunun 5’te birine ulaşacak! Artık hemen herkes akıl sağlığını tüm diğer sağlık sorunlarından ayrı tutuyor, daha çok önemsiyor. Ben de kendi adıma, aynı fikirdeyim. İnsan tabii ki elden ayaktan düşmesin, ama özellikle aklının ışığı sönmesin.
Çok detaylı araştırmalarda bunama hastası olduğu düşünülen kişilerin % 9’unda; aslında depresyon, delirium, ilaç yan etkisi, tiroid problemi, vitamin eksikliği, alkol kullanımı gibi nedenlere bağlı olan bulguların tedavi ile düzeltilebildiği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hekimler bir tanıya varmadan önce söz konusu ihtimalleri göz önüne alıp gerekli testleri yapmaktadırlar. Günümüzde hekimler, bunama tanısı koyabilmek için bellekte bozulmanın yanı sıra aşağıdaki zihinsel yetilerin en az birinde günlük yaşamı aksatan düzeyde bozulma olması şartını da aramaktadırlar:
1)    Akıcı şekilde konuşup, yazılı ve sözel dili anlama yetisi
2)    Sağlıklı duyusal işlev olduğu varsayılarak, cisimleri tanıma ve tanımlama yetisi
3)    Yeterli hareket- duyu işlevleri olduğu ve verilen görevin anlaşıldığı varsayılarak bir takım hareketleri yapma yetisi
4)    Soyut düşünebilme, sağlıklı yargılara varıp planlar yaparak, karmaşık görevleri yerine getirme yetisi
Önce şunu belirtmek lazım: Bunama basit bir unutma hali değildir. Bunama bir hastalıklar grubunun belirtisidir. Yani bunamanın nedeni Parkinson hastalığı olabilir, Alzheimer hastalığı olabilir, Adams Hakim hastalığı olabilir ve daha pek çok hastalık olabilir. Tabii çok ileri yaşlarda sadece yaşlanmaya bağlı olarak ta bunama görülebilir. Üstelik bunama sadece unutma hali de değildir. Karmaşık bir yakınmalar grubudur. İnsan yürümekte zorluk çekebilir, idrarını tutamayıp altına kaçırabilir, aşırı sinirli ve kavgacı olabilir; yani pek çok terslik üst üste binmiş olabilir. Bazı kişiler ise melek gibi tatlı, hiçbir derdi kafasına takmayan, bütün insanları seven, kimseyi yargılamayan, değerli değersiz eşyalarını birilerine hediye eden bir insan haline dönüşebiliyor.
Evin anahtarını evde unutabilirsiniz, hatta unutmamak için tüm anahtarlarınızı bir arada taşımak gibi bir takım yöntemler geliştirmiş bile olabilirsiniz ama bunadıysanız zaten evinizin yerini bulamazsınız. Arkadaşlarınızın isimleri aklınıza gelmeyebilir, gördüğünüz kişiler tanıdık geliyordur lakin kim olduğunu çıkaramıyorsunuzdur ama bunadıysanız kızınızı bile tanımazsınız. Sıkışıp tuvalete yetişmeye çalışırken dayanamayıp altınızı ıslatabilirsiniz ama bunadıysanız halının ortasına çişinizi yapmaya kalkarsınız. Yani daha önce de söylediğim gibi, aklınız başınızdan uçup gitmiştir...
Yani bunadığınızdan şüphelenme şansınız bile yoktur, o durumun farkına siz değil çevrenizdekiler varır. Siz belki ancak bunamaya başlıyor olduğunuzdan şüphelenebilirsiniz, ki bu satırlar da zaten sizin için kaleme alınmıştır. Normal yaşlanma sürecinde beyin işlevleri bir miktar geriler, ancak her yaşlıda bunama belirtileri bulunmaz. Tabii ki yukarıda anlattığım hafif belirtilerde giderek bir ağırlaşma, sıklığında bir artma olması canınızı sıkabilir, sıkmalıdır da... O zaman bir uzman tarafından incelenme vaktiniz gelmiş demektir.
Unutkanlık, beynin en önemli işlevlerinden biri olan belleğin bozulması sonucu ortaya çıkan ve kişinin etkinliklerini kısıtlayabilen bir sorundur. Özellikle yaşlılarda bunama hastalığının ilk bulgusu olabileceği için ciddiye alınması gerekir. Unutkanlık her yaştan insanın en sık yakınmasıdır ancak çoğunlukla bir hastalık belirtisi olarak görülmez. Gençlere “bu yaşta unutkanlık olmaz” denirken, yaşlılara  “unutması normal” gözüyle bakılır. Oysa unutkanlık daima altta yatan bir hastalığın belirtisi olarak kabul edilmeli ve bir uzman tarafından detaylı şekilde araştırılmalıdır.

Gençlerde günümüz şehir ve çalışma hayatının getirdiği stres, depresyon ve gerginlik; beyin işlevlerinden dikkat toparlama ve dikkat yöneltmeyi bozarak unutkanlık yapabilir. Yaşlanma ile de kişilerde ılımlı bir unutkanlık ve karmaşık problemleri çözebilmek için daha fazla zamana gereksinim duyulması ortaya çıkabilir. ‘Yaşla ilintili unutkanlık’ ismi verilen bu durum ilerlemediği sürece herhangi bir hastalık söz konusu değildir. Ancak bu tip hastaların düzenli aralıklarla takip altında olması gereklidir çünkü bu unutkanlık, eğer ilerleme gösteriyorsa, ciddi hastalıkların habercisi de olabilir.

Unutkan bir insan, bu durumdan önce kendisi rahatsız olur. Bunama hastasının ise yakınları rahatsız olur ancak hasta durumundan yakınmaz. Unutkanlık kimi zaman depresyon, vitamin eksiklikleri, tiroid işlev bozukluklarına bağlı olarak ta görülebilir ve uygun tedavi ile tam düzelme sağlanır.  Ancak unutkanlığın bunamanın ilk belirtisi olabileceği de unutulmamalıdır. Sonuç olarak devam eden ve artan unutkanlık tıbbi olarak araştırılmayı hak eden bir bulgudur.

Yaşlılardaki unutkanlık çok hafif olmaktan çıkıp daha belirgin duruma geldiğinde ise tıbbi adıyla ‘hafif zihinsel bozukluk’ adı verilen tablo ortaya çıkar. Bu durum artık bir hastalık olarak ele alınmalıdır, çünkü söz konusu bu durum bunama ile seyreden birçok hastalığın erken dönemini teşkil ettiğinden önem verilmesi ve araştırılması gereken bir durumdur. Gerçekten de birçok bunama hastasında dönüp geriye bakıldığında, bir dönemler böyle bir tablo olduğunun farkına varılır.

Aslında hafif zihinsel bozukluk tablosunda beyinde değişiklikler çoktan başlamıştır ama henüz yakınmalar belirgin şekilde ortaya çıkmamıştır. Bu tabloda bellek ile ilgili yakınmalar varken, problem çözme gibi diğer zihni yetenekler normaldir; kişinin günlük yaşam etkinlikleri de normaldir. Mini Mental Test skorları 27-30 arasındadır. Bu tablonun bunamaya dönüşme oranı yıllık %10-15 'tir; yani her 7 hafif zihinsel bozukluk hastasından 1 tanesi ertesi yıl bunama hastası olur. Süre uzadıkça bu oran da artar. Sonuçta bu tanıyı almış kişilerin % 70’i bir zaman sonra bunamaktadır.

Varlığı 1936 yılından beri bilinmekle birlikte; bunama yakınması ile karşımıza çıkan her 7 kişiden birinin beyninde sıvı artışının aşırı düzeyde olduğu bir hastalık, 1965 yılında Hakim ve Adams tarafından tanımlanmıştır. ‘Adams Hakim’ hastalığı, bunamaya yol açan nedenler arasında tümüyle tedavi edilebilen; yani hastanın durumunun tamamen geri döndürülebildiği, hatta tedaviden sonra yaşamına eskiden olduğu gibi normal bir insan olarak devam edebildiği tek hastalık.

Bunama yakınması olan kişiler arasında her 7 kişiden birinde bu hastalığın olduğu çok iyi bilinen bir gerçek. Demek ki bunama her 7 hastadan birinde geri çevrilebiliyor. Ancak vakaların %80’inin gözden kaçırılmakta olduğunu bildiğimden, tedavi için en uygun zaman penceresinin tanı konduktan sonraki ilk yıl olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Yani erken tanı hemen her hastalıkta olduğu gibi bu konuda da önemlidir. “Vakit nakittir!” derler ya, ben de “Vakit beyindir!” diyorum.
Adams Hakim hastalığı aynı zamanda ‘normal basınçlı hidrosefali’ ve ‘okkült hidrosefali’ olarak da adlandırılmaktadır. Bu hastalık, beynin sıvı dolu boşluklarının genişlemiş olması ve fakat bu sıvının basıncının normal olmasına eşlik eden; yürüyüş bozukluğu, yakın bellek kaybı, idrar kaçırma üçlü bulgusu ile karakterize bir klinik hastalıktır.
Bu tablo beyin kanaması, tümör, enfeksiyon, kafaya alınan darbe, Paget hastalığı, akondroplazi gibi başka kafaiçi sorunlarla beraber olabildiği gibi; kendiliğinden (idiopatik olarak) de ortaya çıkabilir. Tabii bu hastalık bunamaya yol açan diğer hastalıklarla birlikte de görülebiliyor. Örneğin her 5 Parkinson hastasının birinde bu durum da hastalığa eşlik ediyor, yani yine etkili bir tedavi şansı var.
Tedavi beyindeki bir çay bardağı miktarındaki sıvının, basit bir cerrahi işlem ile boşaltılması için yapılıyor. 30-45 dakika arasında süren bu işlem, genel anestezi altında yapılmakta ve hastanın beynindeki fazla sıvının boşaltılmasını sağlayacak bir silikon boru (şant) cilt altına takılmaktadır.
Hasta işlem sonrası yaşam kalitesini düşüren çok önemli olumsuzluklardan kurtularak sosyal yaşamına geri dönebiliyor. Sonuçta net sayılarla belirtecek olursak; tedavinin başarılı olma şansı, cerrahiden 3 ila 6 ay sonra % 65 - % 95 arasında değişiyor. Genellikle şant takılması sonrası ilk aylarda görülen belirgin iyileşme sonrası, yakınmalar sabit bir hal alırlar. Ancak bir grup hastada ise yavaş ve durağan bir iyileşme görülebilmektedir. Özetleyecek olursam, ortalama % 60 hastada şant takılması sonrası hemen iyileşme saptanırken, uzun dönemde belirgin iyileşme saptanan hasta oranı ise  % 30’dur.

Son olarak ta yine belirtmeliyim ki, hastaların bu tedavi yöntemini denemekle kaybedecekleri pek bir şey de yoktur...
                       

Depresyonda mıyız Yoksa Yalnızca Mutsuz muyuz?






    Depresyon teşhisi ve antidepresan ilaçların kullanımı giderek artıyor. Bu durum modern psikiyatrinin iddia ettiği gibi beynimizde serotonin düzeyinin düşüklüğünden mi kaynaklanıyor yoksa değişen ve doğamız aykırı duruma gelen yaşam koşullarına verdiğimiz doğal bir tepki mi? Ruh sağlığımızı korumaya uygun bir yaşam sürdürüyor muyuz? Hedeflerimiz, günlük eylemlerimiz, toplumsal konumumuz, toplumun yapısı, soluksuz tüketim davranışlarımız, üretkenliğimizin bitmiş olması, bizleri nasıl etkiliyor?
İnsanlık son 300 yılda, yaşam biçimini, üretkenliğini, toplumsal yapıyı etkileyen çok önemli bir değişim geçirdi. Binlerce yıldır insanların sürdürmüş oldukları yaşam biçiminden çok farklı bir yaşam biçimimiz var artık. Doğal yaşam biçiminden kopmuş olmak her ne kadar gelişmenin olumlu bir sonucu gibi görünüyorsa da, insanın ruh halini olumsuz etkileyen en başta gelen neden haline gelmiş olabilir.
İnsan artık bir topluluk biçiminde doğal çevresi ile mücadele içinde olan ve kendi gereksinimlerini üretebilen bir canlı olmaktan çıkmış, hazır bulduğu tüketim malzemelerini yoğun biçimde tüketen yalnız yaşayan bir canlı haline dönüşmüştür. Yüz binlerce yıldır ciddi bir üretim etkinliği içinde olan ve bu üretim etkinliğinin gerektirdiği biçimde toplu olarak yaşayan bu canlı türü artık sadece tüketen tekil bir canlı haline gelmiştir. Toplumsal insan ile şehirlerde, edilgin ve tüketici konumunda yalnız başına yaşayan insan arasında, ruh sağlığı açısından farklılıkların ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Bu farklılığın en önemli nedeni, acizlik algısıdır. İnsanın kendisini güçlü hissedebilmesinin en başta gelen koşulu, gereksinimlerini sağlamak açısından kendini bağımsız hissedebilmesidir. Bu nedenle gereksinimlerini kendisi sağlayan insanla başkalarına bağımlı olan insan arasında, özellikle benlik algısı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.

  İnsan benlik algısını bir yansıma ilişkisi içinde oluşturabilir. Doğada yaşayan ve doğayla baş etmeyi öğrenmiş insan için bu yansıma, doğayla mücadelesindeki başarıdan ve ürettiği üründen gelmekte idi. Yani, ben neyim sorusunun yanıtı bu durumda çok nettir; şu doğal koşullarla mücadele ederek, bu mücadelenin gerektirdiği üretim ilişkilerinin içinde yapılanmış olan toplumun yapı taşlarından birisiyim. Yani toplumun gücü doğrudan bireyin kendi gücü olarak bireye yansımakta idi. Böyle bir toplumun içindeki bir konumun sahibi olan insan, anlamsızlık, yabancılaşma, yalnızlık, güçsüzlük, üretken olamama, kendini sevememe, kendine güvenememe gibi sorunları yaşamadığı için depresif duygulara kapılmamaktadır. Sayılan bu sorunları ziyadesiyle deneyleyen şehirli yalnız insan ise bu duygularla, içsel yapısının getirdiği birtakım zayıflıklar nedeniyle değil, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle yüzleşmektedir.
            Bağımlı yaşam koşulları ve sürekli bir tüketim eylemiyle kendini gösteren bir şehir yaşantısının içinde yaşayan insanın psikolojik sorunlarının en önemli nedeni, benlik algısının bir egodan ibaret hale gelmiş olmasıdır. İnsan doğumundan sonra dünyadaki canlıların içinde en uzun süre edilgen ve bağımlı olarak yaşayan canlı türüdür. Bir sinek bile doğada tek başına yaşayabilirken, insan bir topluma ait olmadan doğayla başa çıkabilecek güce sahip olmayan tek canlıdır. Bu nedenle insanın topluma bağımlılığı hiç bitmeyecek bir mahkûmiyettir. Ancak toplu yaşam biçiminde ortak üretim etkinliği, bu mahkûmiyeti egomuzu aşabilecek bir olanağa dönüştürebilirken, modern yaşam biçimi bu mahkûmiyeti giderek derinleştiren bir etki yapmaktadır.
İnsan yaşamının ilk yıllarında, gereksinimlerinin başkaları tarafından sağlandığı, bağımlı ve edilgen bir dönemden geçer. Bu dönemde insanlar, kendileri için seferber olmuş bir çevre ile aynalama ilişkisi içinde, kendilerini çok değerli ve önemli hissettikleri bir benlik algısı geliştirirler. Şöyle düşünür çocuk; mademki çevrem benim her ihtiyacımı ben daha istemeden karşılamak çabası içinde, bu benim çok değerli bir varlık olduğumu gösterir. Kendini çok değerli gören bu yapıyı ‘ego’ olarak adlandırıyoruz.
            Ego, öncelikle hayali bir yapıdır. Bu hayali ama güçlü yapı, çocuğun acizlik içinde kıvranan benliğini kılıf gibi örter. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği geniş bir hayal dünyasına sahip olmak olduğu için çocuk, ego olarak adlandırdığımız bu hayali ve çok değerli benlik algısını kurmakta zorlanmayacaktır. Üretken bir toplumun bireyi olan kişilerin büyüdükçe, toplumun kendilerine sunduğu üretici rolü sahiplenerek bu hayali yapıyı aşabilme olanakları var iken tüketici yalnız birey ne yazık ki egosunu aşma olanağını yakalayamaz. Sürekli olarak övülmeyi ve onaylanmayı bekleyen, her şeyin en iyisini tüketmek isteyen egosunu aşamayan bireyin yakasını mutsuzluk bırakmayacaktır.
            Ego, kendisini besleyenler ve bakanlar dışındakileri dışlayıcı bir ilişki içine girmeye yatkındır. Sürekli olarak almaya kurgulanmış olduğu için bencildir ve kendi tüketimine ortak olma olasılığı olan ötekileri kıskanarak bertaraf etmeye çalışır. Konumunu yitireceği, ötekilere kaptıracağı endişesi içinde yaşar. Bu nedenle ileri derecede kıskanç ve hasistir. En ufak bir reddedilme, benliğinin reddedildiği anlamına gelir. Hayali bir kendilik algısına sahip olduğunu bildiği için bu hayali yapının ötekiler tarafından kabul görmeyebileceği endişesi hem sürekli bir kendisini ispatlama çabasının içine girmesine neden olur hem de sürekli olarak yok olma tehdidi altında yaşar. Bu nedenle yok oluş ile var oluş arasında ince bir çizginin üstünde yaşadığı için, sürekli olarak korku içindedir, vesveselere kapılır. Sürekli olarak acizliğini örten hayali maskenin düştüğü kâbuslar görür. Çevresine kendisini istediği biçimde kabul ettirebilmek amacıyla şiddete başvurma eğilimi gösterir. Bunu yapamayıp da zayıf bir kendilik algısı ile baş başa kalırsa intihar eğilimi güçlenecektir. Hayali bir kendilik algısı içinde olduğu için biyolojik varlığına ileri derecede yabancılaşmıştır. Talep ettiği şeyi tüketebilmek, egodan ibaret olan bireyin benlik algısını daha değerli hale getirebilir. Ancak kendisini değerli hissedebilmek amacıyla giriştiği her talep eylemi, bireyin talep ettiği şeyleri üretenlere bağımlı olan yapısını perçinleyeceği için, korkularla yaşamak artık kaçınılmaz bir yaşam biçimi haline gelir.
Bizi sürekli olarak bir tüketim etkinliğine iten, yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve bencilleştiren, güçsüz hissettiren bu yaşam biçimine anlam verememek, sıkıntılarımızın büyük oranda nedenini oluşturmaktadır. Bizi arzuladığımız biçimde güçlü hissettirecek, gücü bize kazandıracağına inandığımız kayıp bir büyülü nesnenin peşinde koşmak, sonu gelmeyen bir alışveriş çılgınlığının nedenidir. Topluca bir üretim etkinliği sayesinde doğayla başa çıkabilecek bir güce erişmiş olmak, insanın eksiklik hissini ortadan kaldırabilecek tek olanaktır. Oysa insan kendisini bu olanaktan yoksun bırakan bir yaşam biçimi yaratmıştır kendisine. Refah peşinde koşuyorum derken kendi kâbusunu yaratan insan, kendisini geçici olarak güçlü hissettiren birtakım nesneleri satın aldığında bir süre için kendisini mutlu hissedebilmekte, ancak bu etki bir süre sonra yitirildiği için yeniden mutsuzluğa gömülmektedir.
Neden tüketiyoruz? Yaşamda kalabilmek için gerekli olan şeyleri tüketmek anlaşılır bir etkinliktir ancak günümüzde acizliğimizden, zayıflıklarımızdan sıyrılmış, muktedir, güçlü, beğenilen, arzulanan birisi olarak hissetme gereksinimi nedeniyle tüketiyoruz. Çünkü insanlar, bu olumsuz hislerden kendilerini kurtarabilecek bir yaşam biçimini yitirmiş durumda oldukları için, bazı nesnelerin kendilerini bu hislerden kurtarabilecek büyülü bir etkilerinin olduğunu zannediyorlar. İnsanlar giderek kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar. İnsanlar, nasıl yaşayacakları, nasıl âşık olacakları, nasıl çalışacakları, nasıl tatil yapacakları, nasıl düşünecekleri, neyi seçecekleri, neyi tüketecekleri ile ilgili giderek daha edilgen ve dışarıdan yönlendirilir hale geliyorlar. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak eylemi bizde irademizi kullanmış olma yanılgısı yarattığı için, bize eksikliğini duyumsadığımız güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini veriyor. Ancak tüketimin etkisi geçicidir, bir süre sonra sihir bozulur ve insan kendisini yine güçsüz, aciz, mutsuz hissetmeye başlar.
Günümüzün insanının mutsuzluğunun nedeni, ilaçlarla düzeltilebilecek bir beyin sorunu değil, yaşam biçimidir. Çünkü bu tür bir yaşam biçiminde insanlar yaşamlarının anlamını oluşturamamaktadırlar.            Bu durumda depresyon ile mutsuzluğu birbirinden ayırmak psikiyatrın en önemli görevi olacaktır. Psikiyatra başvuran kişilerin de en önde gelen beklentilerinin, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi olması gerekir. Psikiyatrik tedavi için başvuran kişiler hemen durumlarına bir teşhis konulup ilaç kullanmaya yönlendirilmelerini beklememeli, durumlarını daha iyi anlayabilmeleri için gerekli irdelemeyi psikiyatr ile birlikte yapmaya çabalamalıdırlar.
Depresyon ile mutsuzluğun farkı nedir diye soracak olursak, bu farkı ortaya koymakta bize yardımcı olacak birkaç rehberden söz etme olanağımız vardır. Birincisi, üretken olamadan yaşayan her insanın mutsuzluk yaşamaya eğilimli olduğunun bilincinde olmalıyız. Üretken olamamak insanın doğasına aykırı bir durum olduğu için insan mutsuz hissedecektir kendisini. Bu durum bir hastalık değil, soğukta üşümek gibi dış çevrenin koşullarına verilen normal bir tepkidir. Mutsuz olan her kişi, bu olumsuz durumun çaresini arar. Çare arama davranışı, depresyonda olmadığımızı gösteren en önemli belirtilerdendir. Depresyon öyle bir hastalıktır ki, insanda çare aramaya bile mecal bırakmaz. Depresyondaki kişi, benliğinin daha iyi koşullara layık olacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için, içinde bulunduğu olumsuz koşulları kabullenmiştir. Bu nedenle kendisini bu olumsuz koşullardan kurtarması gereken ve olumlu koşulları hak eden birisi olarak görmez. Ne de buna bir çare arayacak kadar enerji bulabilir kendisinde. Oysa mutsuz olan kişilerin içinde bulundukları koşuldan çok rahatsız olduklarını ve bunu değiştirmek için yoğun bir çabaya giriştiklerini, daha iyisini talep ettiklerini, kendilerini çok daha iyi koşullara layık gördüklerini görüyoruz. Depresyon, teslimiyet bayrağını çekmiş olma durumu iken, kendisini halen değerli görmeye çabalayan mutsuz kişi, daha mutlu olabilmek amacıyla savaşmaya devam etmeye çabalar.
            Ruh sağlığımız için koruyucu önlemler şunlar olabilir:
·      Bizi tüketici konumundan çıkarıp üretici konumuna yükselten yeni yaşam biçimlerini ve ekonomik modelleri ortaya koymalıyız. Taleplerimizi bu modeller çerçevesinde belirlemeliyiz. Zihinsel üretim de en az maddi üretim kadar önemlidir. İnsanların bilgiyi hazır bulmalarının önüne geçmeli, bilgiyi kendilerinin üretmeleri sağlanmalıdır.
·      İnsanları dikey gelişen şehirlerde, çok katlı binalara hapseden ve birbirlerine yabancılaştıran bir şehirleşme biçiminden vazgeçilmelidir. İnsanların birbirleriyle daha yoğun olarak temas edebilecekleri daha ufak yerleşim birimlerinde yaşamlarını sürdürebilecekleri yerleşim modelleri tercih edilmelidir.
·      Yalnızlaşmayı önleyen, arabalara daha az bağımlı olabilmemize izin veren, mesai saatleri dışında başka kişilerle bir arada olabilmemizi sağlayan, araçlara değil insanlara öncelik veren bir şehirde yaşama hedefini sahiplenmek gerekir.
·      Mesai saatleri kısaltılarak ailece vakit geçirebilmenin sağlanması, kültürel ve sportif etkinliklere zaman ayrılması gibi olanakların arttırılması gereklidir.
·      Eğitim modellerinin çocuklarda tüketimi körükleyen etkilerden arındırılacak biçimde ve paylaşımcı, dayanışma içinde olabilen, birbiri ile rekabeti körüklemek yerine ortak üretime eğilimli bireyler yetiştirme hedefini koyan modeller yönünde biçimlendirilmesi gerekir. Eğitim dizgesi, ortak bir dilin oluşturulabilmesine ve toplumda yabancılaşmayı önlemeye yönelik olarak kurgulanmalıdır.