
Depresyon teşhisi ve antidepresan ilaçların kullanımı giderek artıyor. Bu durum modern psikiyatrinin iddia ettiği gibi beynimizde serotonin düzeyinin düşüklüğünden mi kaynaklanıyor yoksa değişen ve doğamız aykırı duruma gelen yaşam koşullarına verdiğimiz doğal bir tepki mi? Ruh sağlığımızı korumaya uygun bir yaşam sürdürüyor muyuz? Hedeflerimiz, günlük eylemlerimiz, toplumsal konumumuz, toplumun yapısı, soluksuz tüketim davranışlarımız, üretkenliğimizin bitmiş olması, bizleri nasıl etkiliyor?
İnsanlık son 300 yılda, yaşam
biçimini, üretkenliğini, toplumsal yapıyı etkileyen çok önemli bir değişim
geçirdi. Binlerce yıldır insanların sürdürmüş oldukları yaşam biçiminden çok
farklı bir yaşam biçimimiz var artık. Doğal yaşam biçiminden kopmuş olmak her
ne kadar gelişmenin olumlu bir sonucu gibi görünüyorsa da, insanın ruh halini
olumsuz etkileyen en başta gelen neden haline gelmiş olabilir.
İnsan artık bir topluluk biçiminde doğal
çevresi ile mücadele içinde olan ve kendi gereksinimlerini üretebilen bir canlı
olmaktan çıkmış, hazır bulduğu tüketim malzemelerini yoğun biçimde tüketen yalnız
yaşayan bir canlı haline dönüşmüştür. Yüz binlerce yıldır ciddi bir üretim
etkinliği içinde olan ve bu üretim etkinliğinin gerektirdiği biçimde toplu olarak
yaşayan bu canlı türü artık sadece tüketen tekil bir canlı haline gelmiştir. Toplumsal
insan ile şehirlerde, edilgin ve tüketici konumunda yalnız başına yaşayan insan
arasında, ruh sağlığı açısından farklılıkların ortaya çıkmış olması şaşırtıcı
değildir. Bu farklılığın en önemli nedeni, acizlik algısıdır. İnsanın kendisini
güçlü hissedebilmesinin en başta gelen koşulu, gereksinimlerini sağlamak
açısından kendini bağımsız hissedebilmesidir. Bu nedenle gereksinimlerini
kendisi sağlayan insanla başkalarına bağımlı olan insan arasında, özellikle
benlik algısı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.
İnsan benlik algısını bir yansıma ilişkisi içinde
oluşturabilir. Doğada yaşayan ve doğayla baş etmeyi öğrenmiş insan için bu
yansıma, doğayla mücadelesindeki başarıdan ve ürettiği üründen gelmekte idi. Yani,
ben neyim sorusunun yanıtı bu durumda çok nettir; şu doğal koşullarla mücadele
ederek, bu mücadelenin gerektirdiği üretim ilişkilerinin içinde yapılanmış olan
toplumun yapı taşlarından birisiyim. Yani toplumun gücü doğrudan bireyin kendi
gücü olarak bireye yansımakta idi. Böyle bir toplumun içindeki bir konumun
sahibi olan insan, anlamsızlık, yabancılaşma, yalnızlık, güçsüzlük, üretken
olamama, kendini sevememe, kendine güvenememe gibi sorunları yaşamadığı için
depresif duygulara kapılmamaktadır. Sayılan bu sorunları ziyadesiyle deneyleyen
şehirli yalnız insan ise bu duygularla, içsel yapısının getirdiği birtakım
zayıflıklar nedeniyle değil, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle
yüzleşmektedir.
Bağımlı
yaşam koşulları ve sürekli bir tüketim eylemiyle kendini gösteren bir şehir yaşantısının
içinde yaşayan insanın psikolojik sorunlarının en önemli nedeni, benlik
algısının bir egodan ibaret hale gelmiş olmasıdır. İnsan doğumundan sonra
dünyadaki canlıların içinde en uzun süre edilgen ve bağımlı olarak yaşayan
canlı türüdür. Bir sinek bile doğada tek başına yaşayabilirken, insan bir
topluma ait olmadan doğayla başa çıkabilecek güce sahip olmayan tek canlıdır.
Bu nedenle insanın topluma bağımlılığı hiç bitmeyecek bir mahkûmiyettir. Ancak toplu
yaşam biçiminde ortak üretim etkinliği, bu mahkûmiyeti egomuzu aşabilecek bir
olanağa dönüştürebilirken, modern yaşam biçimi bu mahkûmiyeti giderek
derinleştiren bir etki yapmaktadır.
İnsan yaşamının ilk yıllarında, gereksinimlerinin
başkaları tarafından sağlandığı, bağımlı ve edilgen bir dönemden geçer. Bu
dönemde insanlar, kendileri için seferber olmuş bir çevre ile aynalama ilişkisi
içinde, kendilerini çok değerli ve önemli hissettikleri bir benlik algısı geliştirirler.
Şöyle düşünür çocuk; mademki çevrem benim her ihtiyacımı ben daha istemeden
karşılamak çabası içinde, bu benim çok değerli bir varlık olduğumu gösterir.
Kendini çok değerli gören bu yapıyı ‘ego’ olarak adlandırıyoruz.
Ego,
öncelikle hayali bir yapıdır. Bu hayali ama güçlü yapı, çocuğun acizlik içinde
kıvranan benliğini kılıf gibi örter. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran en
önemli özelliği geniş bir hayal dünyasına sahip olmak olduğu için çocuk, ego
olarak adlandırdığımız bu hayali ve çok değerli benlik algısını kurmakta
zorlanmayacaktır. Üretken bir toplumun bireyi olan kişilerin büyüdükçe, toplumun
kendilerine sunduğu üretici rolü sahiplenerek bu hayali yapıyı aşabilme
olanakları var iken tüketici yalnız birey ne yazık ki egosunu aşma olanağını
yakalayamaz. Sürekli olarak övülmeyi ve onaylanmayı bekleyen, her şeyin en
iyisini tüketmek isteyen egosunu aşamayan bireyin yakasını mutsuzluk
bırakmayacaktır.
Ego,
kendisini besleyenler ve bakanlar dışındakileri dışlayıcı bir ilişki içine girmeye
yatkındır. Sürekli olarak almaya kurgulanmış olduğu için bencildir ve kendi
tüketimine ortak olma olasılığı olan ötekileri kıskanarak bertaraf etmeye
çalışır. Konumunu yitireceği, ötekilere kaptıracağı endişesi içinde yaşar. Bu
nedenle ileri derecede kıskanç ve hasistir. En ufak bir reddedilme, benliğinin
reddedildiği anlamına gelir. Hayali bir kendilik algısına sahip olduğunu
bildiği için bu hayali yapının ötekiler tarafından kabul görmeyebileceği
endişesi hem sürekli bir kendisini ispatlama çabasının içine girmesine neden
olur hem de sürekli olarak yok olma tehdidi altında yaşar. Bu nedenle yok oluş
ile var oluş arasında ince bir çizginin üstünde yaşadığı için, sürekli olarak
korku içindedir, vesveselere kapılır. Sürekli olarak acizliğini örten hayali maskenin
düştüğü kâbuslar görür. Çevresine kendisini istediği biçimde
kabul ettirebilmek amacıyla şiddete başvurma eğilimi gösterir. Bunu yapamayıp
da zayıf bir kendilik algısı ile baş başa kalırsa intihar eğilimi
güçlenecektir. Hayali bir kendilik algısı içinde olduğu için biyolojik
varlığına ileri derecede yabancılaşmıştır. Talep ettiği şeyi tüketebilmek, egodan
ibaret olan bireyin benlik algısını daha değerli hale getirebilir. Ancak
kendisini değerli hissedebilmek amacıyla giriştiği her talep eylemi, bireyin
talep ettiği şeyleri üretenlere bağımlı olan yapısını perçinleyeceği için, korkularla
yaşamak artık kaçınılmaz bir yaşam biçimi haline gelir.
Bizi sürekli olarak bir tüketim
etkinliğine iten, yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve bencilleştiren, güçsüz hissettiren
bu yaşam biçimine anlam verememek, sıkıntılarımızın büyük oranda nedenini
oluşturmaktadır. Bizi arzuladığımız biçimde güçlü hissettirecek, gücü bize
kazandıracağına inandığımız kayıp bir büyülü nesnenin peşinde koşmak, sonu
gelmeyen bir alışveriş çılgınlığının nedenidir. Topluca bir üretim etkinliği
sayesinde doğayla başa çıkabilecek bir güce erişmiş olmak, insanın eksiklik
hissini ortadan kaldırabilecek tek olanaktır. Oysa insan kendisini bu olanaktan
yoksun bırakan bir yaşam biçimi yaratmıştır kendisine. Refah peşinde koşuyorum
derken kendi kâbusunu yaratan insan, kendisini geçici olarak güçlü hissettiren
birtakım nesneleri satın aldığında bir süre için kendisini mutlu
hissedebilmekte, ancak bu etki bir süre sonra yitirildiği için yeniden mutsuzluğa
gömülmektedir.
Neden tüketiyoruz? Yaşamda kalabilmek
için gerekli olan şeyleri tüketmek anlaşılır bir etkinliktir ancak günümüzde
acizliğimizden, zayıflıklarımızdan sıyrılmış, muktedir, güçlü, beğenilen,
arzulanan birisi olarak hissetme gereksinimi nedeniyle tüketiyoruz. Çünkü
insanlar, bu olumsuz hislerden kendilerini kurtarabilecek bir yaşam biçimini
yitirmiş durumda oldukları için, bazı nesnelerin kendilerini bu hislerden
kurtarabilecek büyülü bir etkilerinin olduğunu zannediyorlar. İnsanlar giderek
kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar.
İnsanlar, nasıl yaşayacakları, nasıl âşık olacakları, nasıl çalışacakları,
nasıl tatil yapacakları, nasıl düşünecekleri, neyi seçecekleri, neyi
tüketecekleri ile ilgili giderek daha edilgen ve dışarıdan yönlendirilir hale
geliyorlar. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak
eylemi bizde irademizi kullanmış olma yanılgısı yarattığı için, bize eksikliğini
duyumsadığımız güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini veriyor. Ancak
tüketimin etkisi geçicidir, bir süre sonra sihir bozulur ve insan kendisini
yine güçsüz, aciz, mutsuz hissetmeye başlar.
Günümüzün insanının mutsuzluğunun
nedeni, ilaçlarla düzeltilebilecek bir beyin sorunu değil, yaşam biçimidir. Çünkü
bu tür bir yaşam biçiminde insanlar yaşamlarının anlamını
oluşturamamaktadırlar. Bu
durumda depresyon ile mutsuzluğu birbirinden ayırmak psikiyatrın en önemli
görevi olacaktır. Psikiyatra başvuran kişilerin de en önde gelen
beklentilerinin, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi olması gerekir.
Psikiyatrik tedavi için başvuran kişiler hemen durumlarına bir teşhis konulup
ilaç kullanmaya yönlendirilmelerini beklememeli, durumlarını daha iyi
anlayabilmeleri için gerekli irdelemeyi psikiyatr ile birlikte yapmaya
çabalamalıdırlar.
Depresyon ile mutsuzluğun farkı nedir
diye soracak olursak, bu farkı ortaya koymakta bize yardımcı olacak birkaç
rehberden söz etme olanağımız vardır. Birincisi, üretken olamadan yaşayan her
insanın mutsuzluk yaşamaya eğilimli olduğunun bilincinde olmalıyız. Üretken
olamamak insanın doğasına aykırı bir durum olduğu için insan mutsuz
hissedecektir kendisini. Bu durum bir hastalık değil, soğukta üşümek gibi dış
çevrenin koşullarına verilen normal bir tepkidir. Mutsuz olan her kişi, bu
olumsuz durumun çaresini arar. Çare arama davranışı, depresyonda olmadığımızı
gösteren en önemli belirtilerdendir. Depresyon öyle bir hastalıktır ki, insanda
çare aramaya bile mecal bırakmaz. Depresyondaki kişi, benliğinin daha iyi
koşullara layık olacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için, içinde
bulunduğu olumsuz koşulları kabullenmiştir. Bu nedenle kendisini bu olumsuz
koşullardan kurtarması gereken ve olumlu koşulları hak eden birisi olarak
görmez. Ne de buna bir çare arayacak kadar enerji bulabilir kendisinde. Oysa
mutsuz olan kişilerin içinde bulundukları koşuldan çok rahatsız olduklarını ve
bunu değiştirmek için yoğun bir çabaya giriştiklerini, daha iyisini talep
ettiklerini, kendilerini çok daha iyi koşullara layık gördüklerini görüyoruz.
Depresyon, teslimiyet bayrağını çekmiş olma durumu iken, kendisini halen
değerli görmeye çabalayan mutsuz kişi, daha mutlu olabilmek amacıyla savaşmaya
devam etmeye çabalar.
Ruh
sağlığımız için koruyucu önlemler şunlar olabilir:
· Bizi tüketici konumundan
çıkarıp üretici konumuna yükselten yeni yaşam biçimlerini ve ekonomik modelleri
ortaya koymalıyız. Taleplerimizi bu modeller çerçevesinde belirlemeliyiz.
Zihinsel üretim de en az maddi üretim kadar önemlidir. İnsanların bilgiyi hazır
bulmalarının önüne geçmeli, bilgiyi kendilerinin üretmeleri sağlanmalıdır.
· İnsanları dikey gelişen
şehirlerde, çok katlı binalara hapseden ve birbirlerine yabancılaştıran bir şehirleşme
biçiminden vazgeçilmelidir. İnsanların birbirleriyle daha yoğun olarak temas
edebilecekleri daha ufak yerleşim birimlerinde yaşamlarını sürdürebilecekleri yerleşim
modelleri tercih edilmelidir.
· Yalnızlaşmayı önleyen,
arabalara daha az bağımlı olabilmemize izin veren, mesai saatleri dışında başka
kişilerle bir arada olabilmemizi sağlayan, araçlara değil insanlara öncelik
veren bir şehirde yaşama hedefini sahiplenmek gerekir.
· Mesai saatleri kısaltılarak
ailece vakit geçirebilmenin sağlanması, kültürel ve sportif etkinliklere zaman
ayrılması gibi olanakların arttırılması gereklidir.
· Eğitim modellerinin
çocuklarda tüketimi körükleyen etkilerden arındırılacak biçimde ve paylaşımcı,
dayanışma içinde olabilen, birbiri ile rekabeti körüklemek yerine ortak üretime
eğilimli bireyler yetiştirme hedefini koyan modeller yönünde biçimlendirilmesi
gerekir. Eğitim dizgesi, ortak bir dilin oluşturulabilmesine ve toplumda
yabancılaşmayı önlemeye yönelik olarak kurgulanmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder