23 Ocak 2017 Pazartesi

Depresyonda mıyız Yoksa Yalnızca Mutsuz muyuz?






    Depresyon teşhisi ve antidepresan ilaçların kullanımı giderek artıyor. Bu durum modern psikiyatrinin iddia ettiği gibi beynimizde serotonin düzeyinin düşüklüğünden mi kaynaklanıyor yoksa değişen ve doğamız aykırı duruma gelen yaşam koşullarına verdiğimiz doğal bir tepki mi? Ruh sağlığımızı korumaya uygun bir yaşam sürdürüyor muyuz? Hedeflerimiz, günlük eylemlerimiz, toplumsal konumumuz, toplumun yapısı, soluksuz tüketim davranışlarımız, üretkenliğimizin bitmiş olması, bizleri nasıl etkiliyor?
İnsanlık son 300 yılda, yaşam biçimini, üretkenliğini, toplumsal yapıyı etkileyen çok önemli bir değişim geçirdi. Binlerce yıldır insanların sürdürmüş oldukları yaşam biçiminden çok farklı bir yaşam biçimimiz var artık. Doğal yaşam biçiminden kopmuş olmak her ne kadar gelişmenin olumlu bir sonucu gibi görünüyorsa da, insanın ruh halini olumsuz etkileyen en başta gelen neden haline gelmiş olabilir.
İnsan artık bir topluluk biçiminde doğal çevresi ile mücadele içinde olan ve kendi gereksinimlerini üretebilen bir canlı olmaktan çıkmış, hazır bulduğu tüketim malzemelerini yoğun biçimde tüketen yalnız yaşayan bir canlı haline dönüşmüştür. Yüz binlerce yıldır ciddi bir üretim etkinliği içinde olan ve bu üretim etkinliğinin gerektirdiği biçimde toplu olarak yaşayan bu canlı türü artık sadece tüketen tekil bir canlı haline gelmiştir. Toplumsal insan ile şehirlerde, edilgin ve tüketici konumunda yalnız başına yaşayan insan arasında, ruh sağlığı açısından farklılıkların ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Bu farklılığın en önemli nedeni, acizlik algısıdır. İnsanın kendisini güçlü hissedebilmesinin en başta gelen koşulu, gereksinimlerini sağlamak açısından kendini bağımsız hissedebilmesidir. Bu nedenle gereksinimlerini kendisi sağlayan insanla başkalarına bağımlı olan insan arasında, özellikle benlik algısı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.

  İnsan benlik algısını bir yansıma ilişkisi içinde oluşturabilir. Doğada yaşayan ve doğayla baş etmeyi öğrenmiş insan için bu yansıma, doğayla mücadelesindeki başarıdan ve ürettiği üründen gelmekte idi. Yani, ben neyim sorusunun yanıtı bu durumda çok nettir; şu doğal koşullarla mücadele ederek, bu mücadelenin gerektirdiği üretim ilişkilerinin içinde yapılanmış olan toplumun yapı taşlarından birisiyim. Yani toplumun gücü doğrudan bireyin kendi gücü olarak bireye yansımakta idi. Böyle bir toplumun içindeki bir konumun sahibi olan insan, anlamsızlık, yabancılaşma, yalnızlık, güçsüzlük, üretken olamama, kendini sevememe, kendine güvenememe gibi sorunları yaşamadığı için depresif duygulara kapılmamaktadır. Sayılan bu sorunları ziyadesiyle deneyleyen şehirli yalnız insan ise bu duygularla, içsel yapısının getirdiği birtakım zayıflıklar nedeniyle değil, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle yüzleşmektedir.
            Bağımlı yaşam koşulları ve sürekli bir tüketim eylemiyle kendini gösteren bir şehir yaşantısının içinde yaşayan insanın psikolojik sorunlarının en önemli nedeni, benlik algısının bir egodan ibaret hale gelmiş olmasıdır. İnsan doğumundan sonra dünyadaki canlıların içinde en uzun süre edilgen ve bağımlı olarak yaşayan canlı türüdür. Bir sinek bile doğada tek başına yaşayabilirken, insan bir topluma ait olmadan doğayla başa çıkabilecek güce sahip olmayan tek canlıdır. Bu nedenle insanın topluma bağımlılığı hiç bitmeyecek bir mahkûmiyettir. Ancak toplu yaşam biçiminde ortak üretim etkinliği, bu mahkûmiyeti egomuzu aşabilecek bir olanağa dönüştürebilirken, modern yaşam biçimi bu mahkûmiyeti giderek derinleştiren bir etki yapmaktadır.
İnsan yaşamının ilk yıllarında, gereksinimlerinin başkaları tarafından sağlandığı, bağımlı ve edilgen bir dönemden geçer. Bu dönemde insanlar, kendileri için seferber olmuş bir çevre ile aynalama ilişkisi içinde, kendilerini çok değerli ve önemli hissettikleri bir benlik algısı geliştirirler. Şöyle düşünür çocuk; mademki çevrem benim her ihtiyacımı ben daha istemeden karşılamak çabası içinde, bu benim çok değerli bir varlık olduğumu gösterir. Kendini çok değerli gören bu yapıyı ‘ego’ olarak adlandırıyoruz.
            Ego, öncelikle hayali bir yapıdır. Bu hayali ama güçlü yapı, çocuğun acizlik içinde kıvranan benliğini kılıf gibi örter. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği geniş bir hayal dünyasına sahip olmak olduğu için çocuk, ego olarak adlandırdığımız bu hayali ve çok değerli benlik algısını kurmakta zorlanmayacaktır. Üretken bir toplumun bireyi olan kişilerin büyüdükçe, toplumun kendilerine sunduğu üretici rolü sahiplenerek bu hayali yapıyı aşabilme olanakları var iken tüketici yalnız birey ne yazık ki egosunu aşma olanağını yakalayamaz. Sürekli olarak övülmeyi ve onaylanmayı bekleyen, her şeyin en iyisini tüketmek isteyen egosunu aşamayan bireyin yakasını mutsuzluk bırakmayacaktır.
            Ego, kendisini besleyenler ve bakanlar dışındakileri dışlayıcı bir ilişki içine girmeye yatkındır. Sürekli olarak almaya kurgulanmış olduğu için bencildir ve kendi tüketimine ortak olma olasılığı olan ötekileri kıskanarak bertaraf etmeye çalışır. Konumunu yitireceği, ötekilere kaptıracağı endişesi içinde yaşar. Bu nedenle ileri derecede kıskanç ve hasistir. En ufak bir reddedilme, benliğinin reddedildiği anlamına gelir. Hayali bir kendilik algısına sahip olduğunu bildiği için bu hayali yapının ötekiler tarafından kabul görmeyebileceği endişesi hem sürekli bir kendisini ispatlama çabasının içine girmesine neden olur hem de sürekli olarak yok olma tehdidi altında yaşar. Bu nedenle yok oluş ile var oluş arasında ince bir çizginin üstünde yaşadığı için, sürekli olarak korku içindedir, vesveselere kapılır. Sürekli olarak acizliğini örten hayali maskenin düştüğü kâbuslar görür. Çevresine kendisini istediği biçimde kabul ettirebilmek amacıyla şiddete başvurma eğilimi gösterir. Bunu yapamayıp da zayıf bir kendilik algısı ile baş başa kalırsa intihar eğilimi güçlenecektir. Hayali bir kendilik algısı içinde olduğu için biyolojik varlığına ileri derecede yabancılaşmıştır. Talep ettiği şeyi tüketebilmek, egodan ibaret olan bireyin benlik algısını daha değerli hale getirebilir. Ancak kendisini değerli hissedebilmek amacıyla giriştiği her talep eylemi, bireyin talep ettiği şeyleri üretenlere bağımlı olan yapısını perçinleyeceği için, korkularla yaşamak artık kaçınılmaz bir yaşam biçimi haline gelir.
Bizi sürekli olarak bir tüketim etkinliğine iten, yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve bencilleştiren, güçsüz hissettiren bu yaşam biçimine anlam verememek, sıkıntılarımızın büyük oranda nedenini oluşturmaktadır. Bizi arzuladığımız biçimde güçlü hissettirecek, gücü bize kazandıracağına inandığımız kayıp bir büyülü nesnenin peşinde koşmak, sonu gelmeyen bir alışveriş çılgınlığının nedenidir. Topluca bir üretim etkinliği sayesinde doğayla başa çıkabilecek bir güce erişmiş olmak, insanın eksiklik hissini ortadan kaldırabilecek tek olanaktır. Oysa insan kendisini bu olanaktan yoksun bırakan bir yaşam biçimi yaratmıştır kendisine. Refah peşinde koşuyorum derken kendi kâbusunu yaratan insan, kendisini geçici olarak güçlü hissettiren birtakım nesneleri satın aldığında bir süre için kendisini mutlu hissedebilmekte, ancak bu etki bir süre sonra yitirildiği için yeniden mutsuzluğa gömülmektedir.
Neden tüketiyoruz? Yaşamda kalabilmek için gerekli olan şeyleri tüketmek anlaşılır bir etkinliktir ancak günümüzde acizliğimizden, zayıflıklarımızdan sıyrılmış, muktedir, güçlü, beğenilen, arzulanan birisi olarak hissetme gereksinimi nedeniyle tüketiyoruz. Çünkü insanlar, bu olumsuz hislerden kendilerini kurtarabilecek bir yaşam biçimini yitirmiş durumda oldukları için, bazı nesnelerin kendilerini bu hislerden kurtarabilecek büyülü bir etkilerinin olduğunu zannediyorlar. İnsanlar giderek kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar. İnsanlar, nasıl yaşayacakları, nasıl âşık olacakları, nasıl çalışacakları, nasıl tatil yapacakları, nasıl düşünecekleri, neyi seçecekleri, neyi tüketecekleri ile ilgili giderek daha edilgen ve dışarıdan yönlendirilir hale geliyorlar. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak eylemi bizde irademizi kullanmış olma yanılgısı yarattığı için, bize eksikliğini duyumsadığımız güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini veriyor. Ancak tüketimin etkisi geçicidir, bir süre sonra sihir bozulur ve insan kendisini yine güçsüz, aciz, mutsuz hissetmeye başlar.
Günümüzün insanının mutsuzluğunun nedeni, ilaçlarla düzeltilebilecek bir beyin sorunu değil, yaşam biçimidir. Çünkü bu tür bir yaşam biçiminde insanlar yaşamlarının anlamını oluşturamamaktadırlar.            Bu durumda depresyon ile mutsuzluğu birbirinden ayırmak psikiyatrın en önemli görevi olacaktır. Psikiyatra başvuran kişilerin de en önde gelen beklentilerinin, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi olması gerekir. Psikiyatrik tedavi için başvuran kişiler hemen durumlarına bir teşhis konulup ilaç kullanmaya yönlendirilmelerini beklememeli, durumlarını daha iyi anlayabilmeleri için gerekli irdelemeyi psikiyatr ile birlikte yapmaya çabalamalıdırlar.
Depresyon ile mutsuzluğun farkı nedir diye soracak olursak, bu farkı ortaya koymakta bize yardımcı olacak birkaç rehberden söz etme olanağımız vardır. Birincisi, üretken olamadan yaşayan her insanın mutsuzluk yaşamaya eğilimli olduğunun bilincinde olmalıyız. Üretken olamamak insanın doğasına aykırı bir durum olduğu için insan mutsuz hissedecektir kendisini. Bu durum bir hastalık değil, soğukta üşümek gibi dış çevrenin koşullarına verilen normal bir tepkidir. Mutsuz olan her kişi, bu olumsuz durumun çaresini arar. Çare arama davranışı, depresyonda olmadığımızı gösteren en önemli belirtilerdendir. Depresyon öyle bir hastalıktır ki, insanda çare aramaya bile mecal bırakmaz. Depresyondaki kişi, benliğinin daha iyi koşullara layık olacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için, içinde bulunduğu olumsuz koşulları kabullenmiştir. Bu nedenle kendisini bu olumsuz koşullardan kurtarması gereken ve olumlu koşulları hak eden birisi olarak görmez. Ne de buna bir çare arayacak kadar enerji bulabilir kendisinde. Oysa mutsuz olan kişilerin içinde bulundukları koşuldan çok rahatsız olduklarını ve bunu değiştirmek için yoğun bir çabaya giriştiklerini, daha iyisini talep ettiklerini, kendilerini çok daha iyi koşullara layık gördüklerini görüyoruz. Depresyon, teslimiyet bayrağını çekmiş olma durumu iken, kendisini halen değerli görmeye çabalayan mutsuz kişi, daha mutlu olabilmek amacıyla savaşmaya devam etmeye çabalar.
            Ruh sağlığımız için koruyucu önlemler şunlar olabilir:
·      Bizi tüketici konumundan çıkarıp üretici konumuna yükselten yeni yaşam biçimlerini ve ekonomik modelleri ortaya koymalıyız. Taleplerimizi bu modeller çerçevesinde belirlemeliyiz. Zihinsel üretim de en az maddi üretim kadar önemlidir. İnsanların bilgiyi hazır bulmalarının önüne geçmeli, bilgiyi kendilerinin üretmeleri sağlanmalıdır.
·      İnsanları dikey gelişen şehirlerde, çok katlı binalara hapseden ve birbirlerine yabancılaştıran bir şehirleşme biçiminden vazgeçilmelidir. İnsanların birbirleriyle daha yoğun olarak temas edebilecekleri daha ufak yerleşim birimlerinde yaşamlarını sürdürebilecekleri yerleşim modelleri tercih edilmelidir.
·      Yalnızlaşmayı önleyen, arabalara daha az bağımlı olabilmemize izin veren, mesai saatleri dışında başka kişilerle bir arada olabilmemizi sağlayan, araçlara değil insanlara öncelik veren bir şehirde yaşama hedefini sahiplenmek gerekir.
·      Mesai saatleri kısaltılarak ailece vakit geçirebilmenin sağlanması, kültürel ve sportif etkinliklere zaman ayrılması gibi olanakların arttırılması gereklidir.
·      Eğitim modellerinin çocuklarda tüketimi körükleyen etkilerden arındırılacak biçimde ve paylaşımcı, dayanışma içinde olabilen, birbiri ile rekabeti körüklemek yerine ortak üretime eğilimli bireyler yetiştirme hedefini koyan modeller yönünde biçimlendirilmesi gerekir. Eğitim dizgesi, ortak bir dilin oluşturulabilmesine ve toplumda yabancılaşmayı önlemeye yönelik olarak kurgulanmalıdır.    

              


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder